14 Ağustos 2018 Salı

SİNİR UÇLARINI İÇERİ ÇEK DE DOSTLUĞUMUZ PEKİŞSİN!


Genel geçer  gerçekler vardır, tecavüz yanlıştır, savaş kötüdür, bebekler güzeldir, adalet gereklidir, sigara sağlığa zararlıdır, özgürlük haktır gibi… Ama gerçekliği kesin olan şeylerin bile istisnası olabilir, ya da zamanla gerçekliği azalabilir. Hani dünya tepsi gibiydi, güneş dünyanın uydusuydu,yaralar dağlanmalıydı. Gerçekler hakkında sonuna kadar atıp tutma hakkımız var çünkü dayanak noktaları ve nispeten de kanıtlanmışlıkları var ama bu gerçeklerin sayısı sandığımızdan çok daha az.
Kendi gerçekliğimizi genel geçer sanma yanılgımız var. Mesela çocuğumuza herkes katlanmak zorunda değil, o bebek sadece sizin hayatınızın merkezi, tapılası olduğunu düşünseniz de uçakta çocuk mızmızı dinlemek istemeyenlere canavar gözüyle bakamazsınız. Kendi gerçekliğinizi kendi mikro kozmozunuza işleyebilirsiniz, ama makro kozmozda işler böyle yürümez orada sadece genel geçerler vardır. Çocuklara vuramazsınız ama onlara tapmama özgürlüğünüz var. Bu sadece bir örnek daha binlercesi var.
Hayatta kalmak için sürekli etrafınıza bir takım inançlardan, insanlardan, fikirlerden, yargılardan, takımlardan, gruplardan, derneklerden, geleneklerden koruyucu bir kale inşa edip içeri kapanırsanız, dünyanın geri kalanı hep iki kale burcu arasından görünen manzara kadardır. Ufukta beliren her şeyi içerdekilerle karşılaştırıp benzemiyorlarsa düşman ilan ederek yaşarsanız, kervanlar geçer kalenizin önünden ve sizi havlayan bir it zannederler. 

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Moda, Nilüfer ve Victoria’nın Sırrı...


20.Mart.2011  COSMOTURK

Madde 5798: Giyinip soyunmaya üşeniyorum!

Tuhaflıklar listemin en nadide maddelerinden olan kadın olmanın tüm tanımlarıyla çelişen bu madde hayatımda ne garip manzaralar yaratıyor bir bilseniz! Ben ertesi gün ne giyeceğine gardrobunun yarısını denedikten sonra karar veren ve bundan keyif alan kadınlardan değilim hem de hiç. Arkadaşım Nilüfer olmasa tüm giyeceklerimi dükkana gidip göz kararı satın alırdım.

On numara alış veriş arkadaşım Nilüfer gardrobumdaki her parçanın satın alınma hikayesinde başrollerdedir. Damarlarında kan yerine lavla karışık enerji içeceği akan Yay-At arkadaşım her daim fonda yinelenen bir ‘dıgıdık’ efekti eşliğinde arz-ı endam eder! Benim gibi zihni fazla mesai yapan ve fakat bedeni hep üç gün geriden takip eden bir insanın bu enerji topunu yakalaması mümkün değil tabi ki! Nilüfer ve ben neredeyse hiç bir olaya aynı açıdan bakmayız ama tam da bu sebepten gülmekten karnımızın kasıldığı ve yanaklarımızın tutulduğu durumların göbeğine beraberce düşebiliyoruz. Nilüfer’i ne zaman görsem ya bir yere yetişiyordur ya da bir yerlerden dönüyordur genellikle çok net ve bilgelik dolu açıklamalar yapar ‘Of! Terledim, acıktım, yoruldum, bunaldım!’ Hemen mutfağa girer ve yirmi dakika içinde dört kişilik ana yemek, pilav, salata yapar; sofrayı kurar, sofrayı kaldırır, bulaşıkları yerleştirir, kahve yapar, kuru yemişleri hazırlar ve sonunda kanapeye devrilir. İzlemeye başladığımız filmin ilk yarım saati bitmeden de uyuklamaya başlar. Ben evli değilim ya bir nevi koca ihtiyacımı Nilüfer’le karşılıyorum, onun gerçek bir kocası da var bu arada...

Neyse konuyu dağıttım yine ben aslında kendi alışveriş yapamama hallerimi anlatmak istiyordum bir de moda ile aramdaki 15 kiloluk mesafeyi. Nilüfer’e sorarsanız ben androjen pamuklu pijamayla ‘Carmen’ arasında gidip geliyorum. Son zamanlarda almaya niyetim olmayan ama ‘Aaaa! Ne güzeell!’ dediğim süslü püslü, cicili bicili her şeye hiç çenesini yormadan ‘Carmen’ deyip geçiyor arkadaşım. Carmen kısaca ‘İlkay saçmalama sen 1.70 boyunda tombul bir kadınsın böyle cicili bicili, zarif zerafet şeyler senin üzerinde kelebek konmuş gibi durur, bırak onu da seksi bir şeyler bak!’ demek oluyor. Sonuna kadar haklı olduğunu bilsem de bir göz edepsizliğim var, fırfırlı eteklerden, avuç içinden taşmayacak göğüsler için tasarlanmış askılılardan, bele oturan korsajlardan yani nasıl anlatayım Fransız hizmetçi kostümü ile İskandinav geleneksel kıyafetleri arasında bir yerlerde tuhaf kılıklara bayılıyorum. Tabi bu kıyafetleri giyebilmek için Kylie Minogue olmak lazım, hoş zaten tipime gitse de kişiliğime gitmeyen, giysem kendimi komik hissedeceğim kıyafetler ama yine de tutamıyorum kendimi ‘ Aaa! Ne güzelmiş!’ diyorum Nilüfer’in gözü dönüyor! Seksenlerde genç olmaktan kaynaklanan bir rüküşlük eğilimim var ruhumun kuytularında balerin bir yeni yetme gizleniyor, tütülere, dantellere, korselere dolanmak istiyor bereket bu tuhaf istekleri hayata geçirmiyorum sadece ‘ Ne güzelmiş!’ deyip geçiyorum işte, yüzde yüz zararsızım.

Alış verişe çıktığımızda ben fermuarımı çekene kadar Nilüfer 15 elbise denemiş ve ihtimalleri ikiye indirmiştir bile! Ben bana yakışan ama tarzım olmayanlarla yakışmayan ama tarzım olanları eledikten sonra gardrobumda kombine yapabileceğim renklerde olanları seçer ve son bir kez onları giyeceğimden emin miyim diye kontrol ederim. Bu arada Nilüfer ‘Onu bırak sakın alma! Ya! Şunu bir denesene bakarak nasıl anlayacaksın yakışıp yakışmadığını! Güzel oldu işte!’ şeklinde beni hizaya sokup hızlandırmaya çalışır. Son üç parçadan hangisini alacağıma bir türlü karar veremezken Nilüfer’in sabrı taşar ‘Of! İlkay bir karar ver artık!’ diye beni son noktayı koymaya zorlar. Nilüfer olmasa ben hep benzer renkler ve modellerde şeyler satın alıp kendime yakışan modellerin konforunda yaşayıp giderdim herhalde çünkü gerçekten elbise denemeye fena halde üşeniyorum. Bir kez denemeye başlayınca da sonsuza kadar kararsız kalıyorum.

Fashion TV’nin çalı çırpı bacaklı, vitamin eksikliğinden yürüyemeyip sürünen modelleri bir çok kadını blumia’ya sürüklerken bende yaradanıma sığınıp şükretme ihtiyacı doğuruyor, tahtalara vuruyorum! Hükümet gibi kadın olmak hayatımın amacı değildi elbette ama kaderime razıyım. Moda kanallarını izlerken ancak varla yok arası bedenlerde güzel görünecek elbiselere bakıyorum ve sanatçı saydığım modacılara hak veriyorum sonra da günlük yaşama uygulanabilirliği sıfır olan kıyafetlerle gözlerime ziyafet çekiyorum. Olayı kişisel algılamaya geek yok Victoria Beckham’la rekabet ihtiyacında değilim, tüm Victoria’ları bağrıma basmaya hazırım! Çekiyorum polar pijamalarımı filtre kahve ve yer fıstığı eşliğinde Victoria’nın sırlarına vakıf oluyorum. Benim için Victoria’s Secret yılın en önemli olaylarındandır, Oscar’la ve Eurovision şarkı yarışmasıyla yarışır o derece yani! Bu dünyada hem zayıf hem seksi hem de güzel olabilen üç beş kızı bir arada görebileceğim tek etkinliktir Victoria’s Secret ayrıca da gerçekten taktire şayan bir reklam kampanyasıdır, daha kaç yıl ekmek yiyecekler bu kampanya fikrinden merakla bekliyorum.

Koca memeli kanarya olmaya bayılmasam da bülbülü Paris moda haftasına koymuşlar ‘ İlle de vatanım!’ demiş.

DOMESTİK ŞİDDET HAK EDİLEN BİR ŞEY Mİ VE DİNAZORLARLA BİR İLGİSİ VAR MI?



Bir tema farklı kanallardan tekrar tekrar karşıma çıkıyorsa biliyorum ki gör beni diyor havalı deyimle 'domestik şiddet' kuşağımın feministlerinin gündelik diliyle 'dayak yiyen kadınlar' döne döne düşüyor önüme kaçtır. Son aylarda Meltem Güner'in youtube videolarında en sık verilen örneklerden birisi olarak çıkıyordu karşıma. Kurban inancı, kendine zulmetmek, konfor alanından ne pahasına olursa olsun çıkmamak bağlamında örnek gösteriyor dayak yiyen kadınları Meltem Güner. Genel anlatım içinde çok da kafa yormadan kabul ettim açıkçası çünkü fiziksel şiddet ilk elden çok da tanık olduğum bir kavram değildi hayatımda. 
Bir dönem kadın araştırmalarıyla ilgili kitapları çok yoğun okurken genellikle erkeklerin iletişim konusunda kadınlardan daha yetersiz olmaları sebebiyle yenileceklerini anladıkları noktada yetersizlik duygusu yüzünden şiddete başvurduklarını okumuştum. Erkeğin zeka seviyesinin kadından daha düşük olması da etkin parametrelerden birisiydi hatırladığım kadarıyla. Cinsiyetleri bu kadar rahat ayırıyorum çünkü erkeklerin şiddet uygulama oranı % 85! Yani bir nevi adamların tekelinde domestik şiddet.
Son haftalarda farklı bir konu araştırırken karşıma narsisistik kişilik bozukluğu çıktı ki bu da hemen hemen aynı oranda erkek egemenliğinde bir rahatsızlık. Bana göre hikayenin en dramatik tarafı da ne psikologların ne de sosyologların kurbanlara hiç bir alternatif sunamamaları zira narsisistikler asla tedaviye yanaşmıyor. Daha çok kurbanlara yardımcı oluyorlar sağolsunlar. 2018 yılında bir dinazorla karşılaştığınızda veya bir narsisistiğin ağına düştüğünüzde ister bir paleontoloğa isterseniz psikoloğa başvurun alacağınız tavsiye aynı 'Kaç! Canını kurtar! Koş koş koş!!! Arkana bakma sakın' 
Erkek dediğin amigdaladan hallice! İlk dayak yediğinde donup kalırsan gelecekte  yiyeceğin dayakların habercisine 'Merhaba' demiş oluyorsun. Bu yüzden eline ne geçerse kafasına geçir, mutlaka canını yak diyor uzmanlar, yoksa vay haline! Maalesef sevdiği adamdan ilk tokadını yiyen kadınlar genellikle şok geçirip donup kalıyormuş ve erkek de rahat bir soluk alıyormuş, kadını susturmanın yolunu bulduğu için.
Uzun lafın kısası bu konuda polis,  kanunlar, aile büyükleri vb kadını koruyabilecek yeterlilikte  bir merci yok daha çok kadına taktik verip ölmemeye çalış diyorlar. ( Hatta bir filmde Jennifer Lopez'in canlandırdığı karaktere polis açık açık 'sen onu öldür yoksa o seni öldürecek' diyordu, tavsiyeye uyuyordu o da)
Ruhumuzun ihtiyaç duyduğu deneyimleri kendimize çektiğimize canı gönülden inanıyorum. Böylece öğrenir, ders alır ve güçleniriz. Ama bu tam olarak şiddeti hak ettiğimiz anlamına gelmiyor bence. Son olarak karşıma çıkan ve beni bu yazıyı yazmaya zorlayan TedX konuşmacısı Leslie Morgan Steiner'ın 'Why domestic violence victims don't leave?' adlı videosu da tam olarak bunu anlatıyor. Neden aile içi şiddet mağdurları kaçmaz? Neden kalıp bu istismara katlanırlar? Steiner ustaca tuzağa düşürüldüğünü ve başlangıçta olacakları tahmin etmenin imkansız olduğunu söylüyor. Narsisistik kişilikten söz etmese de profil bire bir örtüşüyor. Diğer detayları merak edenler için linki aşağı bırakıyorum ama özet geçmek gerekirse  Leslie Morgan Steiner istismarcından kaçmanın kurbanın hayatına mal olacak kadar tehlikeli olabileceğini söylüyor. Steiner'a göre  bunun sadece  kurbanlar farkındaymış insanlar işin bu boyuta geleceğini düşünmezlermiş.
Bir çok kişisel gelişim kitabından ve ilişki danışmanlarının beyanatlarından anladığım kadarıyla bu konuda sorumluluk dönüp dolaşıp kadının omuzlarına çörekleniyor ki bu belki de o kadar da kötü bir şey değil. Prenslerden medet ummayı bırakın ve kendi hayatınızın tek yöneticisi olun. Yaşam koçları, kişisel gelişim uzmanları, psikologlar  ve okuduğum, izlediğim bir sürü hikayeden çıkardığım sonuçlarım naçizene bunlardır.  İçtenlikle aşağıdaki maddelere bir göz atmanızı tavsiye ediyorum.

- Sınırlarını belirle ve aşk, evlilik, çocuk vb hiç bir şey için bundan taviz verme. Egoistlikle egosal alanı birbirine karıştırma. Egosal alanını canın pahasına korumalısın.
- Bir insanı hele de bir erkeği değiştirebileceğini düşünme seni mutlu etmiyorsa ondan uzaklaş
- İlişkiler kazan-kaybet oyunu değildir inat etme bırak bitsin
-Sevilmeyi hak ediyorsun, değerlisin buna önce kendin inan ve hak ettiğinden azına razı olma
-Son olarak sadece ilişkiler değil kariyer, arkadaşlar, aile kısaca hayatındaki her şeyin seni mutlu ettiğinden emin ol ve etmeyenleri ele.

Kim bir kadından daha iyi cilalayıp parlatabilir ki? Kendi hayatının Karate Kid'i ol.

Sevgilerimle




 *Leslie Morgan Steiner'ın Ted Konuşması  'Why domestic violence victims don't leave?' 
https://www.youtube.com/watch?v=V1yW5IsnSjo

20 Haziran 2013 Perşembe

  BİREY OLMAYI BAŞARMAK DİĞERLERİNDEN RAHATSIZLIK DUYMAYI ENGELLER BENCE...

Gezi olaylarında yüz yüze çatışmaya girmiş insanlar için coşku duymamak, serin kalmak çok zor biliyorum ama farklı görüşlerin itişmesinden ziyade farklılıkların bir arada olabilmesinin mücadelesi verilsin isterdim kendi adıma. Özellikle insanlar kızıştırılıyor, taraf haline getiriliyor sanki ve  tarafların genel özelliklerini listelemeye başlamadan önce ortak özellikleri bir hatırlamak lazım. Gösteri yapanları bastırsın diye gönderilen polislerle göstericilerin aynı kuşaktan olması gibi...
 
Çamaşır makinemi onarmak için aynı sokakta oturduğum bizim merdivenleri silen Hatice Hanımın askerden yeni gelmiş oğlu geldi dün gece. Hatice Hanımlar Karadeniz'li ve konuşmaları tüm sokağı inletecek kadar da coşkulu (!) insanlar . 'Bir haftadır seni bekliyorum canım neredesin?' dedim oğlana önce sustu sonra 'Taksim'deydim abla geceleri de gelemedim' demesin mi. Bir an sustum ne diyeceğimi bilemedim yirmi gündür Gezi olaylarına yorumlarını dinlediğim aile meseleyi çanak çömlek patlatmak olarak görüyor biliyorum. En sonunda 'Ben sizi karşısınız zannediyordum' diye geveledim saygısızlık etmekten de korkarak oğlan gülümsedi 'Babam AKP'li zaten' dedi. Ders olsun bana işte aynı gün babasını mitinge uğurlayıp dikkatli olmasını tembih ettikten sonra benimle Beşiktaş'da buluşan da kendi arkadaşım değil miydi sanki? Neden armut dibine düşsün? Benim gibi yedi göbek sol görüşlü saftiriklerin de böyle bir önyargısı var. Benim ailemde kuşaklar arası bin tane görüş farklılığı olsa da kimse soldan sağa geçmez. Ama bu çocuklar aile üyeleriyle aynı evde kavga etmeden ve görüşlerinden ödün vermeden yaşayabiliyorlar. Ben bu yüzden ilk defa bu ülke için umutluyum. Bir de olgun aklı başında bir Başabakanımız olaydı belki meselenin aynı fikirde olmak ya da olmamak değil sadece yanyana itişmeden durabilmek olduğunu anlardık... Artık Kamu spotu mu çekerler örnek mi olurlar ne şekilde olduğu önemli değil. Umut modernin ekmeği

8 Mayıs 2011 Pazar

O Gün Bu Gün...

8.Mart.2011 Cosmoturk

Bugün dünya küvette pinekleme günü olarak kutlanacak, devlet kadınlar gününü kutlamak amacıyla her eve bir erkek stiriptizci ve bir masör gönderecek.

Bugün ev kadınlarına emekleri için teşekkür edilecek, sırtları sıvazlanacak, sevgi gösterilecek bununla da yetinilmeyip maaş bağlanacak. Kadınlar birbirlerinin evinde temizlik denetlemesi yapmayacak, kimin çocuğu daha başarılı, kimin kocası daha çok kazanıyor yarışmaları ikinci bir emre kadar yasaklanacak. Bugün tüm anneler bir gün süreyle hafızasını yitirecek ve çocuklarını, kocalarını ve ev işlerini düşünmeyecek.

Bugün sadece bir gün için de olsa erkekler hamileliği, lohusalığı, adet sancısını, emzirmeyi kürtajı, bekareti, ağdayı tadacak, çocuklara bakacak, yemekleri yapacak, evi temizleyecek. Bütün erkekler özür dileyecek, teşekkür edecek, ‘lütfen’ diyecek ve bir kelime bile küfür etmeyecek, eşlerine ve sevgililerine çiçek alacak, iltifat edecekler ve konuşmalarını dinleyip ne dediklerini gerçekten anlayacaklar.

Ülke çapında futbol başta olmak üzere tüm spor karşılaşmaları, at yarışı ve loto çekilişleri bir gün süreyle iptal edilecek. Ağır tempolu, acıklı diziler, evlendirme programları, yemek tarifleri yayınlayan kanallar bir gün tatil edilecek.

Bugün hiç bir kadına cinsel istekleri var diye azgın, kaşar, sürtük, kaltak ya da orospu denmeyecek, her kadın canının çektiği insanla suçluluk duymadan sevişecek, ön sevişme ve orgazm zorunlu olacak, sadece erkekler korunacak ayrıca işlevi değil boyu önemli olacak. Reklamlarda daha çok çıplak erkek yer alacak ve kadınlara yönelik porno filmler çekilecek.

Bugün dünyanın hiçbir yerinde kadınlara tecavüz edilmeyecek.
Bugün hiç bir koca yemek tuzsuz da olsa karısını dövmeyecek.
Bugün hiçbir erkek bir kadını aldatmayacak, geçmiş aldatılmalar sineye çekilmeyecek intikamı bugün alınacak.

Bugün kadınlarla konuşulurken sadece yüzlerine, dönüp giderken de sadece saçlarına bakılacak, sokakta yürürken kimse sizi nasıl becereceğini fısıldamayacak, kadın kas gücü erkekten fazla olacak gerekirse fısıldayanların icabına bakılacak.

Bugün bedenimiz sadece bizim olacak, ‘hayır’ sadece ‘hayır’ olacak, kadınlar hayır deme haklarını kullanacak ve sözlerini ikinci kez yinelemek zorunda kalmayacaklar. Bugün itiraz eden, sesini yükselten, direnen, hakkını talep eden kadınlara çirkef, cadaloz, şirret, tatminsiz denmeyecek. Bugün kadınlar boyun eğmeyecek, kaderine razı olmayacak, sineye çekmeyecek, sabretmeyecek.

Bugün bütün çalışan kadınlar aynı pozisyondaki erkek çalışanlarla eşit ücret alacaklar ve aynı hızda terfi edecekler, çalışan anneler çocuklarına karşı suçluluk duymayacaklar.

Bugün doğudaki tüm babalar kızlarını da çocuk sayısına dahil edecek, onları okula gönderecek ve rızasını almadan evlendirmeyecek.

Bugün mecliste kadın ve erkek milletvekilleri eşit sayıda olacak, ülke yönetimine kadınlar da yarı yarıya katılacak, kendilerini ilgilendiren kanunları bizzat kadınlar yazacak. Tüm savaşlar ve ayaklanmalar 24 saat süreyle ateşkes ilan edecek. Bugün hiçbir asker ölmeyecek, yaralanmayacak; hiçbir anneye evladının ölüm haberi ulaşmayacak.

Bugün topuklu ayakkabılar ayakları yormayacak, korseler ruhları sıkmayacak ağda acıtmayacak, bütün kadınlar 5 kilo vermiş olarak uyanacak. Bugün ne giysek yakışacak; mini etekler, dekolteler serbest, memeler fora olacak! Tüm gün spalar, kuaförler, ayakkabıcılar, mağazalar % 100 indirimde olacak, yiyecekler şişmanlatmayacak.

Bugün sokaklar temizlenip parfümlenecek ve binalar uyumlu renklere boyanacak, yollar ve kaldırım taşları ince topuklara ve bebek arabalarına uygun dizayn edilecek.

Bugün tüm sarışınlardan zeka fışkıracak, kadının saçı uzun aklı daha uzun olacak, bugün kadın elinin hamuruyla erkek işine karışacak, bugün kadın sırtındaki sopayı alacak karnındaki bebeğe sıpa diyenin kafasına kafasına indirecek.

Bugün entelektüel kadınlar cümlelerini bitirene kadar can kulağıyla dinlenecek, zeki kadınlardan korkulmayacak, feministlere çirkin, frijit ya da evde kalmış denilmeyecek.

Bugün Mars uzayın karanlığına çekilirken Venüs pırıl pırıl parlayacak.

Bugün soğuk üşütmeyecek, ateş yakmayacak.

Bugün kırmızı kar yağacak.

Bugün balık kavağa çıkacak.
Bugün beyinlerdeki örümcekler dağa kaçacak.
Dağ yanacak bitecek kül olacak...

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Senin Saçın Hangi Kuş?

20.Şubat.2011 COSMOTURK
Saçlarımı kestirdim! Kabartıldığında Bon Jovi’nin gençliği; düz tarandığında estetik sonrası hali gibi bir saç modeli yeterince kabartırsam kafamda tüylü bir hayvan ya da jungle varmış gibi hissedebilirim, çok sevdim! Jöleleyip bir de sigara tüttürürsem makyajsız yüzümle bir lezbiyene benzeyebilirim, serseri ve erkeksi bir lezbiyene. Hep bir lezbiyen olmak istemişimdir ama pek bana göre değil. Erkeklerin kişiliğine, iletişim beceriksizliklerine, kendilerini çok ciddiye almalarına ve daha bir sürü şeylerine pek bayılmasam da fiziksel olarak hiç de fena değiller özellikle de çenelerini kapalı tutmayı becerebiliyorlarsa. (Ağızlarını değil çenelerini!)

Yıllardır aynı Cindy Crawford saçlarıyla dolaşıp duruyordum ortalıklarda dergi için fotoğraf çektirirken birden ne kadar hanım hanımcık göründüğümü fark ettim, hanım hanımcık olmakta kötü bir taraf yok ama hanım hanımcık hissetmiyorsam saçlarımla yalan söylemiş olmuyor muyum? Bu ve benzeri birçok zırva düşüncenin motivasyonuyla kuaföre doğru yollara düştüm. Kuaförler devasa ve gürültülü bekleme salonlarından ibarettir benim için kapıdan girersiniz ve beklemeye başlarsınız, saçınız yıkanır ve beklemeye devam edersiniz, siz saçınızın nasıl kesilmesini istediğinizi uzun uzun anlatırken vakti zaten sınırlı olan kuaför çoktan yarısını kesmiştir bile! Kulağınızın dibinde acımasız bir makasın güzelliğinizi ve saygınlığınızı milim milim yok edişleri çınlarken çaresizlikle fönü beklersiniz. Meşgul kuaför fön için sizi yardımcısına havale eder, hevesli taze yardımcı kafanıza kuş kondurmaya azmetmiştir ne yaparsanız yapın saçınızı çekiştire çekiştire bonusa çevirir ve serinkanlı bir sırıtmayla birkaç saat dişinizi sıkarsanız hepsinin ineceğini ve saçın asıl modelini alacağını söyler. Paranızı öderken aynaya bakar ve şaşkın bir enayinin suratını görürsünüz, çaktırmadan enayiye birkaç saat sonra her şeyin düzeleceği teranesini yinelersiniz. Sokaklarda utanç içinde koşturarak evinize, güzel evinize ulaşmaya çalışırsınız…

Yazdıklarımdan anladığınızı düşünüyorum kuaföre gitmeyi pek sevmem ama her defasında son ana kadar bekleyip saçlarım beslemeye dönüşmüş olarak gittiğimden ve hazır gelmişken deyip manikür, pedikür, kaş Allah ne verdiyse bekleme zamanına sıkıştırdığımdan çıkarken hep çok hafiflemiş olurum. Başka türlü olsaydı zaten kuaförler bu kadar uzun yaşayamazdı. Her defasında kapıdan çıkarken bundan sonra daha sık geleceğime yeminler ediyor olurum. Kuaförler içimizdeki canavarı su yüzüne çıkarmaya cüret edebildiğimiz birkaç yerden birisidir bence. Bir İlkay var bende benden içeri ve eğer çıkarmazsam artık onu dışarı içerde havasızlıktan ölecek ve ben de hayatımın geri kalanını bir şey söylemek üzereyken donakalmış bir insanın askıdaki ifadesiyle uzamadan-kısalmadan, ilerlemeden-gerilemeden geçireceğim işte milyonlarcası gibi.

Düşünüyorum da yaşıtlarıma kıyasla ben isteklerini kimseye sormadan uygulamış sonuçlarına da katlanmış bir insan olarak geçmişe dair özlemleri veya kalkışmadığı şeylere dair pişmanlıkları nispeten az bir insanım. Ama yine de bugüne kadar belli kurallarla yaşadığımı fark ediyorum sınırlarımı, duvarlarımı, Türkan Şoray kanunlarımı, çizgilerin dışına çok da fazla taşmadığımı keşfediyorum ve artık taşmak, coşmak, sınırları geçmek istiyorsam diğer yaşıtlarımı hayal bile edemiyorum. Emeklilik planları, çocukların eğitimi, evliliğin konforuna yenik düşmüş hayaller, sosyal sınıflardan yıldızlı pekiyi alma cebelleşmeleri vb benim kendimi muaf tuttuğum ve bedelini de ödemekten yüksünmediğim mevzular ama biliyorum ki yaşıtlarım bu ve benzeri binlerce hayal kırıklığıyla başa çıkmak zorunda.

Bir çok konuda kendinizi açık ve esnek zannederken aslında en kuytuda kalmış, en önemsiz gibi görünen konularda açık veriyorsunuz. Yıllardır aynı saç modelini kullanmak, otuz yaşındayken size yakışan modelde kıyafetler giymek, evinizde hala beyaz ve krem tonları tercih etmek gibi, monotonluk sinsi sinsi sızıyor günlük yaşamınıza. Ben saçımı kuş yuvası gibi kestirdim insan ölmüyormuş deneyin siz de isterseniz tabi.

Arkadaşlar bu kurabiyeleri ben yapmadım ama ben aldım, ben seçtim! İyi ki de öyle yaptım!

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Sevgililer Günü Sorunsalına Kısa Bir Dokundurma...



12.Şubat.2011 COSMOTURK


Bu yazım her özel güne kazanç kapısı, tüketim çılgınlığına destek, zorlama, yapay, yok ebelek, yok gübelek diye kulp takıp ahkam kesenlere adanmıştır.

Şahsen Sevgililer Günü’nü bir çok sebepten son derece işlevsel bulurum. Bir kere yeni ilişkiler için bulunmaz bir romantik başlangıç fırsatıdır ve ilişki zaman içinde ciddiye binerse unutulması mümkün olmayan ve tüm dünyayla beraber kutlanan bir yıl dönümü tarihidir.

Sonra ilerlemiş ilişkilere taze kandır, bu bahaneyle romantizm tazelenir. Yıl dönümlerini, yaş günlerini ve bilumum özel günleri ısrarla unutan büyükbaş eşler için de unutkanlık bahanesiyle atlatılamayacak kadar kör gözüne parmağım bir gündür. Tüm bunlara rağmen kasesini kımıldatmamaya ant içmiş üç maymun partnerleri kapının önüne koymak için de harika bir bahanedir.

Son yıllarda bekarlar için düzenlenen partiler de Sevgililer Günü mağdurlarının içine serin sular ve de kızgın kumlar serpmekte dolayısıyla birinci tekil şahısların protestolarına hacet kalmamaktadır.

Şarap ya da şampanya eşliğinde romantik bir akşam yemeği, özel hediyeler ve kırmızılı kalpli iç çamaşırlarıyla noktalanan bir geceye hangi kalpsiz homurdanır ki? Bütün bunları sağlayan bir kaç işletme de kar etmişmiş çok görmemek lazım! Yani Anneler Günü, Öğretmenler Günü, Kabotaj Bayramı tamam da Sevgililer Günü mü tu kaka?

Nefretimizi haykıralım da sevgimizi içimize mi gömelim?

3 Mayıs 2011 Salı

Beş Kere Aşk Kaç Metre?

Ocak.2011
Kadınlarda hiç hoşuma gitmeyen bir evlilik için koca kafalama hesapçılığı vardır. Ben de kocaları kendimden uzak tutmak anlamında düpedüz hesapçı bir kadınım. Ben berbat bir sevgiliyim eğlenceliyim ama hesapçıyım işte. Aşklarımın mezarlığı ağzına kadar dolu, katilim hem de seri katil, hesaplıyorum çünkü cinayetlerimi.

Aşk kazanmak ya da kaybetmek için sonuna kadar beklemek zorunda olmadığımız, her aşamasında binlerce kez kazanıp kaybettiğimiz bir strateji oyunu tam da bu yüzden eğlenceli zaten. Oyun bittiğinde iki taraf da kaybeder, elinizde kalan ganimetler kazancınızmış gibi davranırsınız ama aslında kırık kalbinizin acısı hiç bir ganimetle avutulamaz. Öfke duymaya çalışırsınız ama boş, kalbinizin fısıltısı karşısında öfkenin çığlıkları çaresizdir.

Her şeyi son damlasına kadar tüketmiş de olsanız, hiç başlamamış sadece hayali kurulmuş bir şeyleri kendi kendinize yaşamış da olsanız kalbinize silinmez bir çizik atılmıştır. Yıllar sonra bile öldürücü etkisini yitirmiş bir zehir gibi genzinizi yakmaya devam eder. Geçmiş hesapları tekrar tekrar gözden geçirirsiniz ama aşkın muhasebesinde fit olmak yoktur. Benim kadar tembel ve korkaksanız cesaret edemezsiniz kaybet-kaybet muhasebesine ama hesapçılığa üşenmeyiz yine de.

Diyelim evlendiniz, bir kaç yıl sonra aşk söner, kalbinizdeki acı diner ama ayrılığın gölgesi her düşüşünde üzerinize kalbin hafızası sürer önünüze aynı çiziği. Ayrılırsanız eğer yıllarca gizlenmiş olan yok oldu sandığınız çizik hemen yerleşiverir baş köşeye başlar zihninize eziyet etmeye. Güzel günleri hatırlarsınız kavgaları da... Her kadının ve erkeğin ne kadar eşsiz olduğunu hatırlarsınız sonra, bir daha aynısını yaşamayacağınızı bilmek içinizi acıtır. Sonsuz olasılıklar denizinde iki kişilik bir rota sadece ve sadece bir kez çizilir. Aynı suda ikinci kez yıkanmak eşyanın doğasına aykırı. Geçmiş yeterince anıyla doluysa 'Nerede hata yaptık?' muhasebesi başlar. Bu noktaya nasıl gelindi? Sonrasını düşünür istemediğimiz bir aşkı başkasının sahipleneceği ihtimaliyle titreriz. Vaz geçmek zorlaşmaya başlar, az önce öldürüp de gömdüğümüz aşk artık başkasına kaptırmak istemediğimiz badem gözlere dönüşmüştür. Evlilikler yıllar yılı sürer gider böyle ta ki vaz geçmek için çok geç olana kadar.

Anılar yoksa bu defa da olasılık hesapları başlar eğer olsaydı nasıl olurdu acaba? Zihniniz ve hayal gücünüz saniyeler içinde baş düşmanınız olur. Yaşanması muhtemel mutlulukların görüntüleri ruhunuza işkence eder. Hiç bir seksin tatmin edemeyeceği, hiç bir yaşanmışlığın yeterli gelmeyeceği bir matematiktir aşk...

Yaşamın amacı oynamaktır, oyunlarla kendimizi keşfeder sonraki aşamamıza hazırlanırız her ne kadar sonrasını bilmesek de. Aşk da bunun en görkemli yollarından biri, bütün olmak için parçalara ayrılır bir başkasının parçalarıyla çorba olmayı deneriz sonra da o çorbadan kendimizi ayıklamak için umutsuzca debeleniriz. Böyle bakınca delilik gibi geliyor değil mi? Aşk acıdan zevk almayı öğretiyor bize sonraki aşama mazohistik bir şey olsa gerek.

Tanrı'nın tuhaf bir espri anlayışı var, eğer aşk için içsel olarak cazip değilsen sana hemen cazip olacağın özellikler veriyor aşktan kaçamayasın diye, insanoğlu çoğalsın gezegende hayat sürsün diye. Belki o yüzden bizi sefilliğine ortak edecek insanlarda bir çekim duygusu vardır çoğalmanın garantilenmesi adına. Sistem böyle işler, kaderden kaçılır hem de nasıl kaçılır ama sonuçta kimse mutlu olmaz bunun yerine balıklama dalarız biz de kaderimize; kaderimizdeki aşklarımıza; bizi oluşturacak, değiştirecek, yok etmenin eşiğine getirip küllerimizden var edecek, bizimle oynayacak oyunları oynarız gönüllü olarak.

28 Nisan 2011 Perşembe

Bu Kurt Kadın Çocuk Yapmak İstemiyor!



Beş gün boyunca kanayıp da ölmeyen bir şeye asla güvenmem. 


South Park dizisinin eşcinsel öğretmeni Mr Garrison kadınlar için şöyle diyordu 'Beş gün boyunca kanayıp da ölmeyen bir şeye asla güvenmem' buna aylarca güldüm ve şu an yazarken de hala gülüyorum. Her ayın üç gününü sancılar içinde ve ondan önceki bir haftayı da sinir krizinin eşiğinde geçiren bir insan olarak elimden gülmekten fazlası gelmiyor. Regl belasının kaba bir hesapla hayatımın üçte birini cehenneme çevirdiğini düşünürsek ''Erkek olsam neler yaparmışım be!'' diye düşünüp hayatımdaki tüm başarısızlıklara bahane bulmuş oluyorum.

ABD'de suçlu kadınlar hakkındaki istatistikler her ay düzenli olarak saldırı suçu işleyen kadınlar olduğunu ortaya koyuyor. Yapılan araştırmalar sonucunda regl döneminde salgılanan bir tür hormonun saldırganlığı arttırdığı saptanıyor ve bu hormonu kontrol altına alan bir ilaç üretiliyor. Seksenli yıllarda piyasaya sürülen ilaç aylık periyotlarla suç işleyen kadınlarda ciddi düzelmeler sağlıyor. Son yıllarda bu konuyla ilgili bir habere rastlamadım pek araştırmadım da açıkçası ben de herkes gibi kendi deliliğimle yaşamayı öğrendim diyelim.

Regl öncesi beyninizin kafatasınızı çatırdatarak dışarı çıkması an meselesiymiş gibi bir paranoyayla yaşamak zorundasınız. Görüş alanınızı daraltan kan kırmızısı bir öfkenin pençesinde bedeniniz nabız gibi atarken tüm dış uyaranları özellikle de sinir bozucu olanları çarpı bir milyon olarak algılarsınız. Kokular yoğunlaşıp burun deliklerinizden ve ağzınızdan içeri dolar, sesler ete kemiğe bürünüp kulak zarınızı dövmeye, ışık ve görüntüler gözlerinizi oymaya başlar. Dolunayda değişen kurt adam efsanesi sadece regl olayını anlatan bir metafordur. Anlayışlı, neşeli, mantıklı, enerjik bir kadın, tırnaklarını yiyerek size nefret kusan, nörotik, mantıksız, yorgun ve öfkeli bir kadına dönüşür.

Tüm bunlar olurken çevrenizdekiler hiç bir şeyin farkında değilmiş gibidir, dostluklar biter, sevgililer gider, okullar bırakılır, işlerden istifa edilir, kediniz evden kaçar ne bileyim işte felaketler hayatınızı istila eder ama hiç bir çözüm üretemezsiniz. Kurbanlık koyun gibi her ay dişinizi sıkıp geçmesini bekler ve hasarı düşük tutmaya çalışırsınız. Öylesine kör bir öfkeye kapılırsınız ki kaybınızı umursamazsınız, dönemi atlatınca da acınız ve yalnızlığınızla baş başa kalırsınız.

Regl başladıktan hemen sonra kurt kadından eser kalmıyor acılar içinde kıvranan bir zavallıya dönüşüyorsunuz. Beliniz, karnınız, bacaklarınız, ayaklarınız ısıya aşırı duyarlı ve ağrılar içindeyken bir taraftan da mideniz bulanıyor, görünmez bir makara tüm sinir uçlarınızı ve damarlarınızı gerip gevşetiyor, uyumak ve hiç uyanmamak istiyorsunuz. Tüm bu eziyetlerin tek sebebi olur da bir gün çocuk yapmaya karar verirsek diye hazırlıklı olmak. Yani çocuğu dokuz ay karnımızda taşıyacak, acılar içinde doğuracak ve aylarca emzirecek olmamız yetmezmiş gibi bir de her ay bunun provasını yapmak zorundayız. Tüm bu süreci var eden güçle konuyu tartışmak isterdim ama ataerkil döneme geçmiş bulunduk Tanrıların hepsi erkek, halimden anlayacaklarını sanmam. Ayrıca da ne olmuş her ayın bir haftası biraz sinirliysem kalan üç hafta şeker gibi bir insanım adam olana çok bile. Kimse beni sıkıcı, monoton ya da donuk olmakla suçlayamaz sürprizlerle dolu bir insanım! Yaşasın erkek Tanrılar! Yaşasın hormonlar! Bir kaç bin yıl daha sıkarsam dişimi belki tek cinsiyetin var olduğu bir gezegende yaşamaya hak kazanırım böylece halden anlar Tanrıların ellerine bırakırım kendimi. O zamana kadar ayda bir kurt kadın olmaya devam. Hırrrr!

Güzel Yazı Defteri



Her ruh bir gün otobiyografisini yazmaya yeltenecektir! 

Eli kalem tutan her insan en az bir kez ‘yazmak’ hakkında yazar ( Bir de ne demiş atalarımız? Her ruh bir gün otobiyografisini yazmaya yeltenecektir! ) Aslında yazmak el işi dersindeki yırtma-yapıştırma işlemi gibi. Zaten bir bütün olan el işi kağıtlarını parçalayıp başka bir bütüne yamamaktan ibaret. Yani gerçek denilen şey bir dosyanın içinde öylece duran beyaz bir kağıt ve renkli el işi kağıtlarından oluşuyor. Biz dosyadakileri alıp parçalara ayırıyor ve ördek, çiçek, böcek resmi haline getiriyoruz.
Şahsen ben zihnimde beliren hiç bir resmi birebir yazamadım, formatlama esnasında ciddi kayıplar oluşuyor. Hissettiğiniz belli belirsiz bir şey var ve bu şey yer çekimsiz bir ortamda, havada yüzen civamsı bir maddeye benziyor. Bu maddeyi sözcüklere dönüştürecek formatlama işlemi; zihin rendesi, püre mıncıklaması, gün yüzünde kurutma ve mantık süzgecinde toz haline getirme gibi bir dizi aşamadan oluşuyor.. Gerçekle arasında on küsür format uzaklık olan bu ürün de imzalandıktan hemen sonra öylece çıplağın gardrobuna asılıyor, bir daha giyilmemek üzere! Azat buzat!

Yazılarımı kendim yazdığımdan pek emin olmasam da onları sonuna kadar sahipleniyorum. Dürüst olmak gerekirse geçmişte yazdığım yazıların hemen hepsi rutubete, alevlere, kötü hava koşullarına maruz kalıp çöp kutularını boyladılar. Feng Shui’nin adını bile duymadan çok önce yazılarıma uygulamışım da haberim yokmuş. Ama en güzel yazılarım hiç kalem kağıt görmeden havaya savurduklarım. Uzun süre yalnız yaşayınca kendi kendinle yüksek sesle konuşmak gibi lükslere alışıyorsun bu sebepten kedilerimin de çenesi çok düşüktür. Garipler sürekli onlarla, kendimle ya da hiç kimseyle bazen de hayali bir röportajcıyla konuştuğumdan tüm ruh hallerini ve ihtiyaçlarını bana sesle aktarmayı doğal sanıyorlar. Hayatım boyunca üç şey olmayı asla istemedim doktor, avukat ve ünlü! Ama nedense kendi düşünce ve fikirlerimi öğrenmek için zihnimden araklanmış soruları bana yönelten bir röportaj muhabirine (bu işi yapanların sıfatı buysa tabi) ihtiyaç duyuyorum. Zavallıcık hiç var olmayan bir programda yaklaşık otuz yıldır çalışıyor ve tek konuğu benim. Her programda benimle yeniden ve yine yeniden tanışıyor (Kim şuursuz sorarım size?) ve programı hala bir kanala satamadı. Günün birinde ezkaza birisi benimle röportaj yapsa ki sebebi piyangodan para çıkması ne bileyim bir hayvan için hayatımı tehlikeye atmam falan olur herhalde, ya ilk yarım saat inanmaz gözlerle bakıp salak salak sırıtırım ya da yılların verdiği alışkanlıkla bülbül gibi şakırım.

Yirmili yaşlarımda şizofreni çok popülerdi belki de bu yüzden yazmanın çok şizoid bir eylem olduğunu söylemekten hoşlanırdık. Yazmanın temelinde bir –mış gibi yapmak hali var gerçekten de, kağıdın diğer tarafında birileri varmış gibi dert anlatmaya çalışıyoruz. Ben şiiri pek sevmem ama bunu söylemekten nefret etsem de yazmaya şiirle başladım. Tıpkı bir şizofren gibi kalabalık ve yargılayıcı bir koro için yazıyordum belki de bu sebepten on beş yaşında bir çocuk için bile berbat şiirler çıkıyordu ortaya. Ergenlik dönemimde acımı ve öfkemi koronun yüzüne haykırmak için, otuzlu yaşlarımda ise koroyu biraz olsun yatıştırıp kalabalığı azaltmak için yazdım. Otuzların ikinci yarısında bunu büyük oranda başardığımı söylemeliyim. Artık tepetaklak da olsa bir duruşum biraz çarpık da olsa bir bakış açım var denebilir ve öfkem de dinmeye yüz tuttu. Şimdilerde dünyanın çeşitli yerlerinde ortak dertleri paylaştığımızı varsaydığım insanlar için, çok miktarda da kendim için yazıyorum ki bu çok daha şizoid görünse de yargılanmayı iplemediğim anlamına geldiğinden bir o kadar da şizofreniden uzak.

Gerçek bilgeler kendini anlatma ihtiyacı duymazlarmış, işin bu kısmı çok acı çünkü bu ortalıkda fokurdayan literatürün tamamen kendini tamamlamamış insanların eserlerinden oluştuğu anlamına gelir. Yani gerçekten bir şeyleri aşmış olanlar aştıklarının ne olduğunuve onları nasıl aştıklarını anlatmıyorlar, canları çekmiyor. Şahsen benim hala bol miktarda anlatma isteğim var bu da dişe dokunur oranda bir şeyler aşmadığım anlamına gelir. Ama komik şeyler yazmak hem kendim hem de beni okuyanlar için çok daha uygunmuş gibi geliyor. Aslında pek komik sayılmam ama saçmalama potansiyelim çok yüksek. Ben yazarken çok gülüyorum ve birilerinin de beni okuyup gülme ihtimali içimi neşeyle dolduruyor. Yazmak neredeyse kucağınızda mırıldayan bir kediyi burnunun kenarından öpmek kadar güzel.Burnunuzdan öptüm kocaman.

DOMESTİK ŞİDDET HAK EDİLEN BİR ŞEY Mİ VE DİNAZORLARLA BİR İLGİSİ VAR MI?

Bir tema farklı kanallardan tekrar tekrar karşıma çıkıyorsa biliyorum ki gör beni diyor havalı deyimle 'domestik şiddet' kuşa...