Her ruh bir gün otobiyografisini yazmaya yeltenecektir!
Eli kalem tutan her insan en az bir kez ‘yazmak’ hakkında yazar ( Bir de ne demiş atalarımız? Her ruh bir gün otobiyografisini yazmaya yeltenecektir! ) Aslında yazmak el işi dersindeki yırtma-yapıştırma işlemi gibi. Zaten bir bütün olan el işi kağıtlarını parçalayıp başka bir bütüne yamamaktan ibaret. Yani gerçek denilen şey bir dosyanın içinde öylece duran beyaz bir kağıt ve renkli el işi kağıtlarından oluşuyor. Biz dosyadakileri alıp parçalara ayırıyor ve ördek, çiçek, böcek resmi haline getiriyoruz.
Şahsen ben zihnimde beliren hiç bir resmi birebir yazamadım, formatlama esnasında ciddi kayıplar oluşuyor. Hissettiğiniz belli belirsiz bir şey var ve bu şey yer çekimsiz bir ortamda, havada yüzen civamsı bir maddeye benziyor. Bu maddeyi sözcüklere dönüştürecek formatlama işlemi; zihin rendesi, püre mıncıklaması, gün yüzünde kurutma ve mantık süzgecinde toz haline getirme gibi bir dizi aşamadan oluşuyor.. Gerçekle arasında on küsür format uzaklık olan bu ürün de imzalandıktan hemen sonra öylece çıplağın gardrobuna asılıyor, bir daha giyilmemek üzere! Azat buzat!
Yazılarımı kendim yazdığımdan pek emin olmasam da onları sonuna kadar sahipleniyorum. Dürüst olmak gerekirse geçmişte yazdığım yazıların hemen hepsi rutubete, alevlere, kötü hava koşullarına maruz kalıp çöp kutularını boyladılar. Feng Shui’nin adını bile duymadan çok önce yazılarıma uygulamışım da haberim yokmuş. Ama en güzel yazılarım hiç kalem kağıt görmeden havaya savurduklarım. Uzun süre yalnız yaşayınca kendi kendinle yüksek sesle konuşmak gibi lükslere alışıyorsun bu sebepten kedilerimin de çenesi çok düşüktür. Garipler sürekli onlarla, kendimle ya da hiç kimseyle bazen de hayali bir röportajcıyla konuştuğumdan tüm ruh hallerini ve ihtiyaçlarını bana sesle aktarmayı doğal sanıyorlar. Hayatım boyunca üç şey olmayı asla istemedim doktor, avukat ve ünlü! Ama nedense kendi düşünce ve fikirlerimi öğrenmek için zihnimden araklanmış soruları bana yönelten bir röportaj muhabirine (bu işi yapanların sıfatı buysa tabi) ihtiyaç duyuyorum. Zavallıcık hiç var olmayan bir programda yaklaşık otuz yıldır çalışıyor ve tek konuğu benim. Her programda benimle yeniden ve yine yeniden tanışıyor (Kim şuursuz sorarım size?) ve programı hala bir kanala satamadı. Günün birinde ezkaza birisi benimle röportaj yapsa ki sebebi piyangodan para çıkması ne bileyim bir hayvan için hayatımı tehlikeye atmam falan olur herhalde, ya ilk yarım saat inanmaz gözlerle bakıp salak salak sırıtırım ya da yılların verdiği alışkanlıkla bülbül gibi şakırım.
Yirmili yaşlarımda şizofreni çok popülerdi belki de bu yüzden yazmanın çok şizoid bir eylem olduğunu söylemekten hoşlanırdık. Yazmanın temelinde bir –mış gibi yapmak hali var gerçekten de, kağıdın diğer tarafında birileri varmış gibi dert anlatmaya çalışıyoruz. Ben şiiri pek sevmem ama bunu söylemekten nefret etsem de yazmaya şiirle başladım. Tıpkı bir şizofren gibi kalabalık ve yargılayıcı bir koro için yazıyordum belki de bu sebepten on beş yaşında bir çocuk için bile berbat şiirler çıkıyordu ortaya. Ergenlik dönemimde acımı ve öfkemi koronun yüzüne haykırmak için, otuzlu yaşlarımda ise koroyu biraz olsun yatıştırıp kalabalığı azaltmak için yazdım. Otuzların ikinci yarısında bunu büyük oranda başardığımı söylemeliyim. Artık tepetaklak da olsa bir duruşum biraz çarpık da olsa bir bakış açım var denebilir ve öfkem de dinmeye yüz tuttu. Şimdilerde dünyanın çeşitli yerlerinde ortak dertleri paylaştığımızı varsaydığım insanlar için, çok miktarda da kendim için yazıyorum ki bu çok daha şizoid görünse de yargılanmayı iplemediğim anlamına geldiğinden bir o kadar da şizofreniden uzak.
Gerçek bilgeler kendini anlatma ihtiyacı duymazlarmış, işin bu kısmı çok acı çünkü bu ortalıkda fokurdayan literatürün tamamen kendini tamamlamamış insanların eserlerinden oluştuğu anlamına gelir. Yani gerçekten bir şeyleri aşmış olanlar aştıklarının ne olduğunuve onları nasıl aştıklarını anlatmıyorlar, canları çekmiyor. Şahsen benim hala bol miktarda anlatma isteğim var bu da dişe dokunur oranda bir şeyler aşmadığım anlamına gelir. Ama komik şeyler yazmak hem kendim hem de beni okuyanlar için çok daha uygunmuş gibi geliyor. Aslında pek komik sayılmam ama saçmalama potansiyelim çok yüksek. Ben yazarken çok gülüyorum ve birilerinin de beni okuyup gülme ihtimali içimi neşeyle dolduruyor. Yazmak neredeyse kucağınızda mırıldayan bir kediyi burnunun kenarından öpmek kadar güzel.Burnunuzdan öptüm kocaman.
Şahsen ben zihnimde beliren hiç bir resmi birebir yazamadım, formatlama esnasında ciddi kayıplar oluşuyor. Hissettiğiniz belli belirsiz bir şey var ve bu şey yer çekimsiz bir ortamda, havada yüzen civamsı bir maddeye benziyor. Bu maddeyi sözcüklere dönüştürecek formatlama işlemi; zihin rendesi, püre mıncıklaması, gün yüzünde kurutma ve mantık süzgecinde toz haline getirme gibi bir dizi aşamadan oluşuyor.. Gerçekle arasında on küsür format uzaklık olan bu ürün de imzalandıktan hemen sonra öylece çıplağın gardrobuna asılıyor, bir daha giyilmemek üzere! Azat buzat!
Yazılarımı kendim yazdığımdan pek emin olmasam da onları sonuna kadar sahipleniyorum. Dürüst olmak gerekirse geçmişte yazdığım yazıların hemen hepsi rutubete, alevlere, kötü hava koşullarına maruz kalıp çöp kutularını boyladılar. Feng Shui’nin adını bile duymadan çok önce yazılarıma uygulamışım da haberim yokmuş. Ama en güzel yazılarım hiç kalem kağıt görmeden havaya savurduklarım. Uzun süre yalnız yaşayınca kendi kendinle yüksek sesle konuşmak gibi lükslere alışıyorsun bu sebepten kedilerimin de çenesi çok düşüktür. Garipler sürekli onlarla, kendimle ya da hiç kimseyle bazen de hayali bir röportajcıyla konuştuğumdan tüm ruh hallerini ve ihtiyaçlarını bana sesle aktarmayı doğal sanıyorlar. Hayatım boyunca üç şey olmayı asla istemedim doktor, avukat ve ünlü! Ama nedense kendi düşünce ve fikirlerimi öğrenmek için zihnimden araklanmış soruları bana yönelten bir röportaj muhabirine (bu işi yapanların sıfatı buysa tabi) ihtiyaç duyuyorum. Zavallıcık hiç var olmayan bir programda yaklaşık otuz yıldır çalışıyor ve tek konuğu benim. Her programda benimle yeniden ve yine yeniden tanışıyor (Kim şuursuz sorarım size?) ve programı hala bir kanala satamadı. Günün birinde ezkaza birisi benimle röportaj yapsa ki sebebi piyangodan para çıkması ne bileyim bir hayvan için hayatımı tehlikeye atmam falan olur herhalde, ya ilk yarım saat inanmaz gözlerle bakıp salak salak sırıtırım ya da yılların verdiği alışkanlıkla bülbül gibi şakırım.
Yirmili yaşlarımda şizofreni çok popülerdi belki de bu yüzden yazmanın çok şizoid bir eylem olduğunu söylemekten hoşlanırdık. Yazmanın temelinde bir –mış gibi yapmak hali var gerçekten de, kağıdın diğer tarafında birileri varmış gibi dert anlatmaya çalışıyoruz. Ben şiiri pek sevmem ama bunu söylemekten nefret etsem de yazmaya şiirle başladım. Tıpkı bir şizofren gibi kalabalık ve yargılayıcı bir koro için yazıyordum belki de bu sebepten on beş yaşında bir çocuk için bile berbat şiirler çıkıyordu ortaya. Ergenlik dönemimde acımı ve öfkemi koronun yüzüne haykırmak için, otuzlu yaşlarımda ise koroyu biraz olsun yatıştırıp kalabalığı azaltmak için yazdım. Otuzların ikinci yarısında bunu büyük oranda başardığımı söylemeliyim. Artık tepetaklak da olsa bir duruşum biraz çarpık da olsa bir bakış açım var denebilir ve öfkem de dinmeye yüz tuttu. Şimdilerde dünyanın çeşitli yerlerinde ortak dertleri paylaştığımızı varsaydığım insanlar için, çok miktarda da kendim için yazıyorum ki bu çok daha şizoid görünse de yargılanmayı iplemediğim anlamına geldiğinden bir o kadar da şizofreniden uzak.
Gerçek bilgeler kendini anlatma ihtiyacı duymazlarmış, işin bu kısmı çok acı çünkü bu ortalıkda fokurdayan literatürün tamamen kendini tamamlamamış insanların eserlerinden oluştuğu anlamına gelir. Yani gerçekten bir şeyleri aşmış olanlar aştıklarının ne olduğunuve onları nasıl aştıklarını anlatmıyorlar, canları çekmiyor. Şahsen benim hala bol miktarda anlatma isteğim var bu da dişe dokunur oranda bir şeyler aşmadığım anlamına gelir. Ama komik şeyler yazmak hem kendim hem de beni okuyanlar için çok daha uygunmuş gibi geliyor. Aslında pek komik sayılmam ama saçmalama potansiyelim çok yüksek. Ben yazarken çok gülüyorum ve birilerinin de beni okuyup gülme ihtimali içimi neşeyle dolduruyor. Yazmak neredeyse kucağınızda mırıldayan bir kediyi burnunun kenarından öpmek kadar güzel.Burnunuzdan öptüm kocaman.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder